31 Ağustos 2014 Pazar

KİŞİSEL OLARAK AŞKIN TARİFİ

             Kendi adıma konuşmak gerekirse yaptığım kısa süreli araştırma sonucu aşkın ömrünün aslında 3 olmadığını daha fazla ve hatta öldükten sonra da deva edebileceği kanaatine vardım. Zaten ben bu kadar sevdikten sonra kim takar İsviçre bilim adamını...

              Hiç birşey bize anlatıldığı gibi değil aslında. Yani ne Ferhat'ın dağları deldiği ne de mecnun'un çölleri aştığı. Hepsi ne yazık ki birer roman ve efsane. İnsan kendi aşkını başkalarının kaleme aldığı romanlarda aramamalı. Başkasının hayatından rol çalmamalı. 

              Aşk duygusu kişiye özeldir, kopya edilemez ve başka ilişkiler ile bir tutulmaması gereken bir duygudur. Her eş kız veya erkek aşk içine düşüldüğünde aslında dünyanın en güzel ve yakışıklı varlığıdır. En iyiler onun olmalı en güzel hayatı o yaşamalıdır. En sevilen o en mutlu o en huzurlu o hep En o olmalıdır sevildiği kişinin gözünde. İki şehir arasında mekik dokuyan sevgililer en mutlular olmalıdır birbirinin gözünde. Aslında hep en çok onlar sevecektir birbirlerini ve diğerlerinin ilişkileri onlar için basit birer oyun kendi ilişkileri Dünya'nın en önemli meselesidir. Bir kavga çıksa başka konsantre olunaçak birşey yok ve diğer insanlarla konuşmanın pek bir anlamı da yoktur aslında...

             Yani aşk hep mutlu 'EN' leri karşı tarafa yaşatmak istemektir ve tüm bu romanlar yazılar bu şekilde ortaya çıkmıştır. 

              Elinizdeki aşka sahip çıkın. Belki 1 günlük belki 3 aylık belki de 3 senelik. Unutmayın bugün diktiğiniz bir umut ve mutluluk fidanı size öbür dünyada da eşlik edecektir tıpkı bugün diktiğiniz fidanın siz öldükten sonraki nesillere de gölge olacağı gibi.

               Şahsen 7 yılı dolduruş bir ilişkim var ve benim diktiğim fidan benim cennetimde altında gölgeleneceğim bir ağaç olacaktır Allah'ın izniyle. İlişki ve aşk karşıdaki insana verdiğiniz değerle ölçülür. Tüm imkansızlıklar üzerinize gelse de sizin amacınız  hayat eşinizin eksiklerini kapatmak ona güven duymaktır. Maddi konuları ilişki içersine sokmayın unutmayın ki Allah zenginliği istediğine bilgiyi isteyene verir. siz kendinizi ve ilişkinizi geliştirin ötesi gelecektir... SAYGILARIMLA EN SEVGİYE VE GÖNÜL HAKİMİME

                   

Solculuk Veya Sağcılık



                 Fransız İhtilali'yle birlikte ortaya çıkan yeni siyasal yapılanmalarda, "mevcut düzenin - statüko'nun", HALK LEHİNE değiştirilmesini isteyen siyasal kuruluşlarla, onların destekçilerine "SOLCU" denildi.
Öte tarafta yani SAĞ da oturanlar da, zenginlerin, güçlülerin, derebeylerin, toprak ağalarının kendileri ve Kilisenin temsilcileri olmuştur. Onlara da SAĞCI, denilmiştir.

                Yani yukarıdaki yapmış olduğum tanım tüm dünyada geçerli olan bir tanımlamadır. Yani Sağ kanat işveren bölümünün zengin olmasını destekler işçinin durumuna ah vah eder ama işçi için bir olanak tanımaz. Sol kanat ise daha çok işçi sınıfını sahiplenir ve gelir farkının açılmasına sıcak bakmaz. Bu sebeple tüm dünyada  işveren sınıfı ve zengin kısmın çoğu sağı desteklerken solu destekleyenler genelde alt kadro ve fakir kişiler oluyor.
              
               Peki Türkiye'mizde olay böyle mi ? Türkiye'de nedendir bilinmez bu işler tamamen tersine yürür. Çünkü en basitinden dünya genelinde sağ ve sol sadece ekonomik düşünce ayrımı anlamına gelirken Türkiye'mizde dinci ve dinsiz anlamına getirilmiştir. Sağ ben müslümanım dindarım dedikçe oy kazanıyor sol partiler gelir düzeyi ekonomik düşünce özgürlük dedikçe oy kazanmaya ÇALIŞIYOR.

              Üst kısımda alıntı yaptğım grafik sağ ve solun nasıl oluştuğunu ve bu zamanlarda sırarla din diye empoze ettirilmeye çalışılan kemalizmin önemini gösteriyor. Gelin biraz bu grafikten bahsedelim...

              Anlaşıldığı üzere grafiğin sağ tarafı sağ partileri ve düşünceleri sol kısmı  da sol parti ve düşünceleri temsil ediyor önce bunları yorumlayıp sonra Kemalizmi size ifade etmeye çalışayım. Sol yapısı gereği özgürlükçü bir düzene sahiptir sağ ise sahiplenici düzeni vardır. Bu iki düşüncenin de aşırısı halk içinde düzen bozmaktadır. Yani sağda en uc kısımda faşizm ( kendinden olanı sevmek ( ırkcılık).) sol kısımda ise anarşi ( birey tamamen özgür hiçbir sınır yok bu durumda kişi öldürmek dahi kişisel özgürlüğe girer). İçeri doğru girelim karşımıza sağdan muhafazakarlık soldan da komünizm geliyor hemen anlatalım. Muhafazakarlık kişisel düşünceyi değil belli bi liderin dediklerini kapsar yani evde son ses liderindir. Komünizm ise zengin fakir ayrımının olmadıgı bi düzeni savunup gönüllere girse de ülke sınırlarını yoksaydıgı için kendi topuğuna sıkmaktadır. 

             Evet şimdi geriye kaldı 4 ayrı bakış açısı ve ben size bu bakış acılarının M.K. Atatürk'ün ekonomik düşüncesini acıklamaya calısacagım ( yanı aslında ekonomik bakıs acısına hanı su din diye güdülen)....

             Kurtuluş savaşından sonra ülke bitap düşmüş ne zengininde iş yeri nede fakirinde çalışacak dinçlik kalmıştır. Ancak Atatürk ekonomik açıdan dünyada kimsenin uygulamadığı kendine has bir ekonomik sistem kurmuştur. Örneğin şöyle düşünün bir arı var ve elimizdeki tüm bu çiçeklerden işe yarar polenleri topluyor. Tekrar yukarıdaki taploya dönersek kırmızı dairenin içinde 4 ayrı düşünce göreçeksiniz. Bu düşüncelerin tüm iyi yönleri alınmış ve işe yaramayacagı düşünülen zarar vereceği düşünülen her şey dışalarak KEMALİZM EKONOMİK SİSTEMİ kurulmuştur. Tablolar içerisinde hangi düşünceden ne alındığı belirtilmektedir.

            Bizim ülkemizde çoğu kimse aslında neyi desteklediğini bilmemektedir. Geyik yapma amaçlı öğrenilen bilgilerle siyaset olmaz. Bilmediğin suya tedbirsiz dalınmaz

              
                


http://blog.milliyet.com.tr/nedir-bu-sag-ve-sol-gorus-/Galeri/?GaleriNo=16802&Page=1

Sen Kim ATATÜRK'e Laf Etmek Kim?

                          


                           "Din, milliyetin bir parçasıdır! Ancak taassubun (bağnazlığın) milletleri ümmet haline düşüreceğini unutmamalıdır! M.K. Atatürk'ün kendi el yazısıyla..

                           Bugün facebook sayfamda bakınırken vatandaşın birinin Atatürk'ün din karşıtı olduğuyla ilgili yazılarını okumak talihsizliğini yaşadım ne yazık ki. O bu yazıyı yazarken Atatürk'ün kendisine sağladığı olanaklar sayesinde bunu yapabildiğini düşünemediği kanısına vardım.


                           Dinine bağlı olmak demek Atatürk'e karşı çıkmalısınız anlamına gelmemektedir. Atatürk'ün dine olan bakışını birazdan liste halinde vermek istiyorum. Ve bu şekilde düşünen insanlara şu soruları soruyorum:


1. Kur'an-ı kerimde dinin herkesin özeli olduğu anlatılmıyor mu ? 


2. TBMM nin nasıl bir açılışla açıldığını biliyor musunuz ?


3. Kur'an-ı Kerimi kimin sayesinde tefsir ve ilmihal olarak okuyabiliyorsunuz?


İşte Atatürk'ün dine bakışı:

              Atatürk, daha 7 yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetmiştir. 8 Yaşında Kuran'ın tamamını ezbere okuyabilmektedir. (Atatürk bu gerçeği 1927 yılında Ankara'da ABD Büyükeçlisine açıklamıştır.)
1. Atatürk, daha çocukluk yıllarında Selanik’te Mevlevi-Bektaşi tekkelerine giderek ayinlere katılmıştır. (F. Rıfkı Atay "Çankaya"da bu konuda bilgi vermektedir).
1. Atatürk, Çanakkale Savaşı yıllarında yakın dostlarına, arkadaşlarına yazdığı mektuplarda Allah’a olan inancını dile getirmiş ve “Allah’ın inayeti sayesinde” bu savaşı kazanacaklarını belirtmiştir.
1. Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında camilere, cem evlerine gitmiş, cuma namazlarını kılmış, cami minberine çıkıp “Allah birdir, şanı büyüktür” diye başlayan Hz. Peygamber’den övgüyle söz eden bir hutbe vermiş, TBMM’yi tekbir ve dualarla açtırmıştır.
1. I. TBMM’de girişte hep bir hafıza Kuran okutmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyet döneminde Topkapı Sarayı’nda Kuran okutma geleneğini sürdürmüştür.
1. Atatürk, özel hayatında fırsat buldukça Kuran okumuş veya Kuran okutup dinlemiştir. Özellikle özel hafızı Hafız Yaşar Okur’a Kuran okutmuştur. Atatürk zaman zaman da manevi kızlarından Nebile’ye ezan ve Kuran okutup dinlemiştir.
1. Atatürk’ün en yakın arkadaşı Fevzi Paşa ve annesi Zübeyde Hanım beş vakit namazlarını kılan, İsmet Paşa ise elinden geldiğince ibadetlerini aksatmayan insanlardır. Atatürk çevresinde namazlarını kılan ibadetlerini yapan herkese çok saygılı davranmıştır.
1. Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında tuttuğu özel notları arasında zaman zaman “Hafızı çağırıp Kuran okuttuğunu” yazmıştır. Yine özel notları arasında “TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR” notu göze çarpmaktadır.
1. Atatürk, cumhuriyeti ilan ettikten sonra 1932 ramazan ayında dönemin tanınmış hafızlarını köşke/saraya çağırarak onlara Kuran okutup dinlemiştir. Makamla Kuran okunmasına büyük önem veren Atatürk, hafızların makam hatası yapmamalarına ve ayetleri tane tane okumalarına büyük önem vermiştir.
1. Atatürk, 1930’larda Çanakkale Şehitleri için her yıl Çanakkale Mehmet Çavuş abidesi önünde mevlit okutmuştur. Aynı şekilde her yıl annesi Zübeyde Hanım’a da mevlit okutmuştur.
1. Atatürk döneminde okullarda din eğitimi devam etmiştir. Köy ilkokullarında din derslerinde “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı kitap okutulmuştur.
1. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar tarafından yakılıp yıkılan yüzlerce camiyi onarttırmış ve yeniden yaptırmıştır. Hatta Eskişehir Mihalıççık camisini cebinden 5000 lira verip yeniden yaptırmıştır. Ayrıca Atatürk’ün yurt dışında Paris ve Tokyo camilerinin yapımına katkıda bulunduğuna ilişkin kanıtlar vardır.
1. Atatürk, İslam dünyasıyla da yakından ilgilenmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında İslam dünyasının desteğini yanına alan Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da İran-Irak ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerle Sadabat Paktı’nı kurarak, Hıristiyan haçlı saldırılarına karşı Müslüman ülkelerle birlikte hareket etmiştir.
1. Atatürk, Müslüman ülkelerin liderleriyle de çok iyi ilişkiler geliştirmiştir. Örneğin Afgan Kralı Amanaullah Han ve İran şahı Rıza Pehlevi ile kişisel dostluk kurmuştur.
1. Atatürk, 1937 yılında Filistin’e yönelik bir Siyonist- Haçlı Hıristiyan saldırısı olacağını haber alır almaz “Filistin’e el sürülmez” diye bir bildiri yayınlayarak Müslüman Filistinlilerin yanında olduğunu herkese göstermiştir.
1. Tarihe çok meraklı olan Atatürk en çok Hz. Muhammet’ten etkilenmiştir. Onun savaşlarını bütün detaylarıyla öğrenmiş, liselerde okutulan Tarih kitaplarında İslam tarihi bölümünün yazımına bizzat katkıda bulunarak bu kitaplarda Hz. Muhammed’in savaşlarını anlatan haritaları bizzat kendisi çizmiştir. Tarih çalışmaları sırasında Hz. Muhammet’i eleştirmeye kalkanları, “Hz. Muhammet’in kıymetinden habersiz cahil serseriler bizim tarih çalışmalarımıza katılamazlar” diye azarlamıştır. Hz. Muhammet’ten, “Benim senin adın silinir ama o ölümsüzdür” diye söz etmiştir.
1. Atatürk, 1922 Sakarya Savaşı’ndan 1934 Soyadı Kanunu’na kadar ad olarak İslami içerikli “Gazi” unvanını kullanmıştır. Soyadı Kanunu’ndan sonra da zaman zaman “Gazi” unvanını kullanmaya devam etmiştir.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Kadınlari Anlamayanlara Önsözüm

  Ey kalın kafalılar,

  Sizin dusundugunuz kadar zor degildir kadinlari anlamak. O sizin bilincinize yerlestirdiginiz , bir yerde kacis noktasi belki de bahanenizdir. Mesela herkes sevdigini soyler, ama kaciniz hissettirebilir sevdigini , kaciniz (lafta ) goklere cikardigiz duygulari yasatabilir ? Bunlari yapan nadir erkekler acaba insan degil midir? Ya da onlar cennetlik midir ?

  Bence olaya kendinizi sorgulamakla baslayin. Birakin herkesten duydugumuz bu klise dusunceyi. Anlamaya calistiniz mi yoksa kolay yolu secip ne de olsa anlayamiyorum diyip kenara cekilip cekilmediginizi sorgulayin. Daha sonra sevginizi gostermenin bi yolunu bulun. Bunu illa pahali hediyeler alarak yapmayin sakin. Bunu sevgi gostergesi kabul ediyosaniz zaten bastan kaybettiniz demektir.

  Bayanlar icin oncelik duygulardir. ( istisnalar kaideyi bozmaz tabi ) Ne kadar kalbine dokunmayi basarabilirsen o kadar anlamissin demektir. Guzel sozler soylemekten de cekinmeyin. Birakin onun sevincini simarikligini yasasin.

  Ikinci onemli olan bir husus da guvendir. Her ne olursa olsun bir kadina sartsiz surtsuz yaninda oldugunu hissettirmeniz gerekmektedir. Bir ayaginiz kapida olmasin mesela. Her tartismada yol vermeyin kendinize.
Bu guveni verdiginiz kadindan zarar gelmez size. Siz onu birakmadiginiz surece birakmaz , o biktiginiz sonu gelmeyen sorulari da sormaz.

  Son olarak saygidir kadinin gormek istedigi. Gecmisten gunumuze gelen 2. sinif muameleyi kabul edemezler , daha dogrusu hak etmezler. Hakaretler , bagirip cagirmalar , kucuk dusurmeler kadina yapacaginiz en en son seylerdir. Bunlar kadinin kalitesini elbet bozmaz, moralini bozmak disinda. Siz bunlari yaparak sadece kendi kalitenizi ortaya koyarsiniz baylar bilginize...

  Benden size onemli dip notlar. E hala anlamiyorsaniz bunlar sizinle alakali sorunlardir. Kadinlarin anlasilabilirliginde dusundugunuz gibi bir zorluk yoktur cancagizlarim.

28 Ağustos 2014 Perşembe

ASK

   Ask insanlar icin buyuk bi nimettir neden mi ?

    3 harfli oldugu gibi 3 duygu icerir huzur, mutluluk, guven. Bunlari bi insanda toplayabildiginde kimyada ask ne kadar karisik olsa da gerceklesir ve asik olursun. Her ne kadar saniyenin 10 da biri asik olmaya yetsede bazen aski on yillar sonra yaninda bulursun.

   Elinizdekinin kiymetini bilim. Altininizi baska kuyumculara deger bictirtmeyin. Ask sahiplenmek bekler. Guven ister. Zaman ister... Ask sizden verebileceginiz herseyi ister size ise en buyuk seyi verir olumsuz destek...

27 Ağustos 2014 Çarşamba

TEGMEN MEHMET ALİ CELEBİ

    Uzun zamandir ergenekondan sehven iceri alinan tegmen Mehmet Ali Celebinin kitabi oldugundan haberdardim fakat elime gecmemisti ve suan amcan Mehmet Celik sayesinde kitap elime gecti ve isin iyi tarafi bu kitaptan sonra Soner Yalcin yazarliginda Erdogan'in kayip sicili kitabini alma firsatim olacak.

    Bir insann omrunu nasil karartilip da adina sehven denildigini size okusukca paylasacagim lutfen izlemede kalin yada derhal gidip su kitabi alin...

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Tamtam Çalan Azrail


13 Ağustos 1914 tarihli Servet-i Fünun dergisi 1. Dünya Savaşı’nın başladığını kapağında “tamtam çalan Azrail” resmiyle ilan etti. Batılı bir kaynaktan alındığı belli olan bu illüstrasyonda savaş tamtamları vurgusu yapılıyor, kayaların üstünde, yüzü kurukafa şeklinde resmedilmiş, siyah cübbeli Azrail kemikten ibaret elleriyle üstünde “WAR” yazan bir tamtam çalıyordu.
Osmanlı toplumunun yalnız siyasi, hukuki ve gündelik hayatında değil, kültür ve sanat hayatında da varlığını hissettirmiş olan İslami karakteri dikkate alacak olursak, benim için ilk bakışta çok şaşırtıcı bir resim oldu bu. Çünkü İslam geleneğinde Allah’ın, peygamberlerin, Azrail de dahil olmak üzere meleklerin hatta insanın resmedilmesi hoş karşılanmaz. Dönem dönem bu yasağı umursamayan tasvirlerle karşılaşsak da, özellikle bu konuda, daha katı bir Sünni eğilim kendini her zaman göstermiştir. Bağnaz çevrelerde tasvir en hafifinden İslamın putperestlikle ilgili hassasiyetine yönelik bir umursamazlık olarak algılanmıştır.
Bu yüzden İslami iklimde yayımlanan bir derginin kapağında Azrail’in resmedilmesi Osmanlı’nın o zamanki entelektüel iklimi açısından doğal sayılması gerekse de beni şaşırttı. Ama bu kapağı benim için daha ilginç kılan şey resimde Azrail’e yüklenen rol oldu. Çünkü Hıristiyanlıktan farklı olarak Osmanlı-İslam kültüründe Azrail büyük katliamların ve toplumsal felaketlerin uğursuz kahini olmaktan çok, günahlar içinde yaşamış bireyin ahiret hayatının ve hesap vaktinin habercisidir. Bu nedenle daha çalışmamın başında karşıma çıkan bu Azrail resmini nasıl okumam gerektiğini düşündüm.
Bugüne kadar edindiğim “sorunlu” tarih bilgim, resmi ideolojiler ve karşı ideolojiler tarafından sürekli çarpıtılan Osmanlı-Türk-İslam-Cumhuriyet tarihi anlayışını kendime göre doğruda tutmaya çalışırken aklımı karıştıran sorular, bu resim hakkında yorumlar yapmama yol açtı. Muhtemelen tarihçiler yorumlarımı epeyce sorunlu bulacaklardır. Ama ben tarihçi değilim, edebiyatçıyım ve ilk etkiyi önemserim. Bence ilk etki düşünceye açılan verimli bir kapıdır ve bu ilk etkinin nedenlerini anlatabilmem için tarihte biraz daha geriye, 1839’a gitmem gerekir.
Avrupa’yı kökünden sarsan Fransız Devrimi ve Osmanlı Devleti’nin kendi siyasi ve sosyal dinamiklerinden kaynaklanan diğer nedenler Osmanlı toplumunda siyasi ve kültürel bir Batılılaşma dalgası yaratmıştı. Devrimin ardından başlayan ve Osmanlı’nın geniş halk yığınlarını değilse de eğitimli kesimini derinden etkileyen, gündelik hayattan edebiyata, siyasetten ekonomiye pek çok alanda kendini hissettiren bu dalga Osmanlı’yı 19. yüzyıl boyunca etkilemekle kalmadı, 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin aşağı yukarı ilk otuz yılını da şekillendirdi.
Tarihçilerin çoğu Osmanlı tarihindeki Batılılaşma ve demokratikleşme eğiliminin başlangıcı olarak 1839 Tanzimat Fermanı’nı işaret ederler. 3 Kasım 1839’da halka okunarak yürürlüğe giren fermanla hukuk devletine ilk adım atılmış, özel mülkiyet güvence altına alınarak müsadere kaldırılmış, miras hukuku getirilmiş, tüm vatandaşların can ve mal güvenliğinin sağlanacağı, adil bir vergi düzenin kurulacağı vaat edilmişti.
Tanzimat reformlar, düzenlemeler anlamına gelir ve tarihimizde demokrasinin ilk adımı halkın talebiyle gelmemiş, yukarıdan bir fermanla yani padişah buyruğuyla atılmıştır. Ama Osmanlı hatta cumhuriyet tarihi söz konusu olduğunda ferman-demokrasi çelişkisine şaşırmamak gerekir. Günümüze kadar uzanan bu çelişki, sadece bir zamanlar dev bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin yok oluşunda rol oynamakla kalmaz, cumhuriyet tarihinin de hemen her kırılma noktasında kendini belli eder.
Söz konusu kapakla savaşı duyuran Servet-i Fünun dergisi yayın hayatına 1891’de, bu Batılılaşma dalgası içinde, bilim dergisi olarak başlamıştı. Zamanla Osmanlı edebiyatçılarının ve entelektüellerinin bir araya geldiği bir edebiyat ve kültür dergisine dönüştü. Bu derginin yazarları ve okurları Batı kültürüne Osmanlı’nın sıradan vatandaşlarından çok daha fazla vakıftılar. Batı dünyasını etkileyen olaylardan, gelişmelerden, yeniliklerden haberdardılar ve ait oldukları topluma çağa uygun bir şekil verilebilmesi için düşünce üretiyorlardı.
İslami iklim ile Batılılaşma rüzgarının bir arada yaşandığı bir zamanda yayımlanan bu dergi, kapağına Batı’nın imge dünyasına ait bir illüstrasyon koyarak “bu benim savaşım değil” demek istemiş diye düşündüm. “Bu Avrupa’nın savaşı, bu onların Azrail’i, bu onların tamtamı.”
Kapakta kullanılan resmin altyazısı da hissettiğim bu duyguyu tamamlar nitelikteydi. “Savaşın korkunç çehresi” Bizim bildiğimiz ama sizin yeni öğreneceğiniz bir dehşet bu demek istiyordu sanki, tecrübe konuşuyordu.
Aşırı yoruma gitmekten kendimi alamayarak, kapakta bir tür “schadenfreude” de hissettim. Savaş yorgunu Osmanlı’nın umutsuz entelektüelleri sanki “onlar da tadacaklar” demek istiyorlardı, “sıra onlara geldi, bizim yıllardır yaşadığımız savaşın karanlığını, felaketini, acımasızlığını Avrupa da tadacak.”
Gerçek belki de bu değildi. Kapaklarında zaman zaman Batı kaynaklı resimler kullanan dergi muhtemelen burnunun dibinde yer alan, az çok parçası olduğu bir coğrafyanın felakete gittiğini, Batı kültürüne vakıf okuyucularının üstünde görsel bir etki yaratmayı amaçlayarak duyurmak istemişti. Ama anlam dünyası resimlerin gösterdiklerinden daha derin bir anlayışla kuruluyor ve yüzyıl sonra bu kapağa baktığımda bende böylesi duygular uyandırıyor.
Bu resim karşısında hissettiğim duygulara kaynaklık edebilecek, dönemin ruh haline ilişkin daha içsel, kişisel deneyimlere dayanan, sözünü ettiğim bu schadenfreude hissini somutlayacak kanıtlardan yoksunum. Çünkü kaleme aldığım bu yazı boyunca, Osmanlı toplumunun savaşa dair duygularını sınırlı kaynakları aşan, özgün ve kişisel örneklerle ortaya koyamıyor oluşumun bir nedeni var: Harf Devrimi adıyla bilinen alfabe değişikliği.
Bugünden baktığımda, harf devriminin Osmanlı’yı 1. Dünya Savaşı’na katılan diğer ülkelerden farklı kıldığını düşünüyorum. Çünkü bu savaşa katılmış diğer ülkelerin yazarları yardıma gerek duymaksızın arşivlere girebilir, kütüphane raflarını tarayabilir, günü gününe yazılmış kaynakları üst üste yığabilir, ailelerinden kalan kişisel hazinelerde mektuplar, günlükler, anı defterleri bulabilirler. Ama ben yapamam, çünkü harf devriminden sonra doğmuş bir kuşağın çocuğuyum, Osmanlıca okuyamıyorum.
29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, “Atatürk Devrimleri” adıyla bilinen; kılık kıyafet kanunundan takvim, saat ve ölçülerin değiştirilmesine, medreselerin kapatılmasından soyadı kanununa kadar yürürlüğe konan pek çok radikal değişiklikten biri de Harf Devrimi oldu. 1 Kasım 1928’de kabul edilen kanunla Türkiye Cumhuriyeti’nde Arap alfabesi yerine, Türkçe için üretilmiş yeni harf karakterlerinin de yer aldığı Latin alfabesi kullanılmaya başlandı. Böylece Batı kültürüne eklemlenme arzusunun doğurduğu Batılılaşma devlet eliyle hayatın pek çok alanına yerleştirildi.
Yeni alfabe, okuma yazma oranının çok düşük olduğu Osmanlı toplumunda zaten zayıf olan kayıt geleneğinin sınırlı örneklerinin günümüze ulaşmasını engelledi. Eski harflerle basılmış, tarihsel ve kültürel sürekliliği sağlayan kitaplar yavaş yavaş hayattan çekildi. Sıcak savaş günleri içinde veya görece sakin zamanlarda yazılmış olması muhtemel mektup, günlük, hatırat türünden pek çok kişisel metin eski harfleri okuyamayan kuşaklar için bir anlam ifade etmediğinden dolayı zaman tünelinde kayboldu. Eski gazete ve dergiler kütüphanelerde tozlanmaya bırakıldılar.
Değişen sadece alfabe de değildi. Yüzyıllar boyunca Arapça ve Farsçanın yoğun etkisinde kalarak Türkçe olma özelliğini neredeyse kaybeden ve Osmanlıca olarak adlandırılan yazı dili hızlı bir çalışmayla Türkçeleştirildi, pek çok eski sözcük dolaşımdan kalktı. Bu tarihten birkaç kuşak sonrası eski dilin en basit örneklerini, Latin harfleriyle basılmış bile olsa, anlayamaz oldu. Böylece yeni kuşakların tarihle bağı koptu. Tarih dilsizleşti.
Bugüne geldiğimizde bize kalan, eski yazı ve Osmanlıca bilmedikçe içeriğine tam anlamıyla vakıf olamayacağımız eski gazete ve dergilerden, sayısı sınırlı hatıra ve günlüklerden oluşan “dilsiz” bir arşiv. Savaş dönemini yaşamış sıradan insanların hatıraları da ancak sözlü tarih olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış, aktarılırken bozulmuş efsanelerden ibaret.

Dönemin ruh halini anlayabilmek için Osmanlıca okuyabilenlerin yardımıyla eski gazete ve dergileri taradım. Ulaşabildiğim akademik çalışmaları, Latin alfabesine çevrilerek yayımlanmış edebiyat ve hatıra kitaplarını okudum ve çok şaşırdım.
Şaşırdım, çünkü sanıyordum ki, insanlık tarihinin en büyük küresel savaşlarından biri olan 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcı sözünü ettiğim gazete ve dergilerde bir deprem etkisi yaratmıştır, bütün yayınlar sayfalarını hızla büyüyen bu büyük felakete ayırmıştır ve Osmanlı toplumu infial içindedir. Ama manzara pek öyle değildi. Gazetelerde 1. Dünya Savaşı’ndan elbette söz ediliyor, makaleler, haberler yazılıyor, yorumlar yapılıyor ama birkaç istisnai hal dışında, göreceğimi sandığım kadar büyük, derin ve sarsıcı bir yer verilmiyordu. Osmanlı halkının bu savaşı gereği gibi önemsediğine dair bir işaret bulamadım.
Aslında bu durumun Servet-i Fünun dergisinin kapağına ilişkin söylediğim “bu onların savaşı” tespitiyle örtüşen bir tarafı var.
Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’yla ilişkilendirilebilecek bir başlangıç tarihi vermek gerekirse, 1768-1774 arasında yaşanan, ülkenin ciddi ölçüde toprak, insan ve siyasi etki kaybetmesine yol açan Osmanlı-Rus Savaşı’ndan beri savaşın içindeydi. Osmanlıların Ruslarla yaptığı savaşlar 16. yüzyıldan beri süregelen, her seferinde yeni bir bozguna yol açan, acıklı bir tefrikayı andırıyordu. 1774’ten sonra Osmanlı Ruslarla 1917’ye kadar altı kez daha savaştı.
Çöküş dönemi boyunca “Avrupa’nın hasta adamı” olarak nitelendirilen Osmanlı sadece Ruslarla savaşmıyordu. İtalyanların Trablusgarp’ı işgaliyle başlayan İtalyan Savaşı, Osmanlı’ya kozmopolit kimliğini veren ve kendini bir cihan imparatorluğu olarak görmesini sağlayan unsurlardan, 389 yıldır kendi yönetiminde olan Rodos başta olmak üzere Ege’deki on iki adanın kaybına yol açtığı için, hem devlet hem halk üzerinde derin bir teessür yaratmış, ardından Balkanlardaki bağımsızlık isyanlarıyla patlak veren ve imparatorluğun bir anlamda sonunu işaret eden Balkan Savaşları bu teessür ve yenilgi hislerini dayanılmaz ölçüde artırmıştı. 25 milyon nüfuslu, üç milyon kilometrekarelik Osmanlı Devleti sadece Balkan Savaşları’nda aşağı yukarı bir milyon kilometrekare toprak ve yaklaşık beş milyon insan kaybetmişti.
Bu bitmek bilmeyen savaşların yanı sıra, tartışmaları günümüze kadar süren Ermeni meselesi, Osmanlı ekonomisinin kendini yönetmesine imkan bırakmayan kapitülasyonlar, Arap bağımsızlık hareketlerinin yarattığı çatışmalar hem halkın hem de entelektüellerin üstünde bütün kapıların kapandığı, umut ve ferahlık verecek hiçbir aydınlanmanın görünmediği karamsar bir ruh haline neden olmuştu.
Osmanlı siyasi ve iktisadi olarak kendini yönetmek konusunda öylesine zaaf içindeydi ki, dönemin Maliye Bakanı, kapitülasyonlar gereği devletin pek çok kurumunun başına getirilen yabancılardan biri olan Reji Müdürü Louis Rambert’ten borç isteyecek duruma düşmüştü. Yıllar sonra, çöküşe giden bu süreci Üç İstanbul adlı romanında konu edinen yazar Mithat Cemal Kuntay, Louis Rambert’in Notes et impressions de Turquie adlı kitabında geçen cümleyi romanına aynen aktaracak, “O gün devlet hazinesinde beş yüz lira yoktu; Osmanlı İmparatorluğu altı yüz senelik sakalıyla dileniyordu,” diye yazacaktı.
Avrupa’yla ilişkiler inciticiydi. “Şark meselesi” olarak adlandırılan genel meselenin içeriği “Türklerin Avrupa’dan kovulmak istenmesi” olarak tanımlanıyordu ve cihan devleti olduğuna inanmış bir imparatorluğun entelektüellerinin bundan duyduğu acı ve umutsuzluk hissi çok derindi. Özetle Osmanlı kısa kesintiler dışında, 150 yıldır savaşıyordu, Avrupa’da istenmiyordu, hasta adamdı, dileniyordu.
Bu tarihe dönemin basını üzerinden baktığımda, Osmanlı’nın, tarafsız kalmak için çok çaba harcadığı 1. Dünya Savaşı’nı en azından başlangıçta kendi savaşı olarak görmediğini, yaşadığı diğer savaşlardan daha fazla bir önem atfetmediğini düşünüyorum ve okuduğum metinlerde savaşlar çağının yarattığı bezginlik ve yenilgilerin yol açtığı bozgun duygusunun yanı sıra, ağır bir biçimde kırılan onur acısı hissediyorum.
Osmanlı Devleti’nin bu savaştaki askeri ve siyasi serüveni gerek resmi, gerek alternatif tarih anlatılarında ayrıntılı olarak yer alıyor. Benim bu yazıda dönemin Osmanlı basınında yer alan yorumlardan yararlanarak anlatmak istediğim şey ağır hayal kırıklığı, her adımda yenen yeni bir tokatla kırılan onur, buna rağmen başını dik tutma çabası ve Osmanlı halkının ruh haline egemen olan haksızlığa uğramışlık duygusudur. Bu mağduriyet duygusundan bugün bile tamamen kurtulduğumuzu söyleyemeyiz. Türkiye kamuoyu ve siyasilerin bir kısmına göre Batı dünyası hala bize haksızlık yapmaktadır.

Avrupa’nın siyasi durumu ve Avrupalılarla ilişkiler savaşın çok öncesinde de Osmanlı’nın aleyhindeydi, devlet zayıflığının farkındaydı, ittifaklardan birinin içinde yer alırsa ayakta kalabileceğine inanıyordu. Ama acz içindeki Osmanlıyı kimse istemiyor, çalınan kapılar açılmıyor, her iki taraf da bu hasta adamı gereksiz bir yük olarak görüyordu.
Oysa Osmanlı’nın Almanya ile tarihi bağları vardı. Moltke’den Liman von Sanders’e, Goltz’dan Bonzart’a kadar pek çok Alman generali Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi çalışmalarında yer almak için İstanbul’a gelmişler ve paşa rütbesiyle komutanlık yapmışlardı. 1889’da Osmanlı’nın geleceğine yön vermek amacıyla kurulan, Kurtuluş Savaşı’na kadar devlet yönetiminde söz sahibi olan ve Osmanlı’nın büyük başarısızlıklarla dolu son yıllarını yöneten İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Enver, Talat ve Cemal paşaları etkili kademelerde yer alıyorlardı. Enver Paşa Genel Kurmay Başkanı, Talat Paşa Dahiliye, Cemal Paşa Bahriye nazırıydı. Bu paşalar Osmanlı’nın Almanya’yla olan tarihi bağlarını önemsiyorlar, savaşı Almanların kazanacağına inanıyorlardı. Osmanlının kurtuluşunu Almanya ile ittifak yapmakta ve Almanya’nın çıkarlarını gözetmekte görüyorlardı. Öyle ki savaştan önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne satılan ve açıkça Alman yanlısı bir politika izleyen Tanin gazetesine rakipleri von der Tanin diyorlardı.
Bilindiği gibi Haziran ayında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip tarafından suikasta uğraması savaşın ilk kıvılcımı oldu.
Bu olay Osmanlı basınında önemsenmekle birlikte, ilk bakışta Avrupa’nın sorunu olarak nitelendi. Haberi “Büyük bir siyasi cinayet” ve “Önemli olaylar” başlıklarıyla veren Tanin gazetesi, suikastı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun önemli bir direğini yıkmak için atılan kurşun olarak tanımlıyor, İkdam gazetesi “Saraybosna Faciası” başlığını atıyor, haberin ayrıntılarında olay Avrupa sınırlarına hapsediliyordu.
29 Temmuz 1914’te haber ajansları savaşın başladığını duyurdular.
1 Ağustosu 2’ye bağlayan gece Sadrazam Sait Halim Paşa’nın yalısında toplanan, aralarında Enver Paşa’nın da bulunduğu devlet yönetimi Osmanlı’nın tarafsız kalmasına ve genel seferberlik ilan edilmesine karar verdiler. Gazeteler bu olayı “Merkez-i Hilafetin Dünkü Büyük Manzarası”, “Cihad-ı Ekber”, “Halk bütün İslam alemi ve Osmanlılık namına savaşa çağrılıyor” gibi başlıklarla duyurdular.
Basının genel eğilimi tarafsızlık kararını kuvvetle desteklemek oldu. Öte yandan ateşin Osmanlı’ya da sıçraması ihtimaliyle ilan edilen genel seferberliği vatan savunması olarak nitelediler ve 150 yıldır içeride isyanlarla, dışarıda savaşlarla boğuşan halktan yine sabırlı, yine fedakar olmalarını istediler.
Servet-i Fünun’un kapağında savaş tamtamlarını Avrupa için çaldıran basının tarafsızlık konusundaki görüş ve duygularının değişmesi biraz zaman aldıysa da, Osmanlı’nın haksızlığa uğradığı düşüncesinin ilk izleri hemen görülmeye başlandı.
Tanin savaşın nedeninin Balkanlarda Türklere yapılan haksızlık olduğunu söylerken, Sabah gazetesinin Ermeni yazarı Diran Kelekyan Balkan savaşları nedeniyle doğu dengesinin bozulmasının bu savaşa yol açtığını yazdı.Tercüman-ı Hakikat’in yazarı Ahmet Agayef “Durum bizi dürbünlüğe davet ediyor” başlıklı makalesinde her iki kararı da desteklediğini yazıyordu. Ancak sözlerinde bir serzeniş vardı, Osmanlı’ya bugün güvence verenlerin yarın başka bir tutum almayacaklarının garanti olmadığını belirterek Avrupa’ya güvenmediğini açıkça hissettiriyordu.
Tanin tarafsızlığın çok sürmeyeceği kanısındaydı, savaşın ilk ayı dolmadan bu seçimin bedelinin ağır olacağına dair işaretler vermeye başlamıştı. Agayef “Ordu ve millet için ölüm geride, selamet ileridedir” başlıklı bir başka yazısında, seferberlik emriyle orduya koşan Türk milletinin katlandığı fedakarlıkların altını çizerek, savaşın ilk günlerinden itibaren toplumda geleceğe dair bir inanç ve yüksek moral yaratma çabasına girdi. Tanin vatanı korumak için sınırlara giden askerlerin arkada bıraktıkları ailelerine sahip çıkmanın en az savunma kadar önemli olduğunu yazıyor, yüksek moralle birlikte, satır aralarında toplumu gelecekte bekleyen savaşa hazırlıyordu.İkdam savaşın her yerde olduğu gibi Osmanlı’da da yaşam koşullarını değiştirdiğini, soğukkanlı olmak gerektiğini yazdı, halktan yine fedakarlık ve sabır talep etti. Tasvir-i Efkar’da yazan Yunus Nadi hiç kimseye kin gütmediklerini, vatanı savunmaktan başka bir amaçlarının olmadığını belirterek Osmanlıları silah başına çağırdı.
Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesine giden sürecin başında yaşanan bir gelişme halkta öfke patlamasına yol açtı. Olay, Osmanlı’nın donanmasının gücünü artırmak amacıyla İngiltere’ye sipariş ettiği iki gemiyle ilgiliydi ve Osmanlı Devleti’nin fiilen savaşa girmesine de bu kez Alman bandıralı bir başka iki gemi yol açtı.
Osmanlı İngiltere’ye “Reşadiye” adıyla bir gemi sipariş etmiş ve Brezilya için yapılan Rio de Janeiro adlı gemiyi de satın alarak “Sultan Osman” adını vermişti. Ancak İngiltere, Osmanlı’nın tarafsız kalmaya karar verdiği gecenin sabahında, sancak çekme töreninden yarım saat önce bu iki gemiye el koyduğunu açıkladı. Halk bu haberi büyük infialle karşıladı. Gazetelerin başlıklarında ve yazılarında ateş birdenbire yükseldi. Yazılarda kırgınlık ve haksızlığa uğramışlık duygusu had safhaya çıkıyor, kırılan onur acısı derinden hissediliyordu.
Tercüman-ı Hakikat’te Agayef “Müteessir olmamak kabil midir?” başlıklı bir yazı yazdı. Yazısında biz yaklaştıkça İtilaf Devlerinin bizden uzaklaştıklarını, menfaatlerimizi ve onurumuzu çiğnemekten özel bir zevk duyduklarının anlaşıldığını söylüyor, “muhteşem bir donanması olan İngiltere’nin böyle bir harekette bulunması azamet ve asaletine yakışıyor mu?” diye soruyor, “İngiltere Rusya’nın arkasına düşüp süründüğü günden beri küçüldükçe küçülüyor,” diye yazıyordu. Tanin’e göre bu yapılan uluslararası hukukun hiçbir maddesiyle uyuşmuyordu ve Osmanlı’nın iyi niyetle karşılanmadığının bir göstergesiydi. İngiltere’nin, olayın yalnızca Osmanlı’nın değil bütün Müslümanların üzerinde olumsuz bir etki yapacağını dikkate almayı gerekli görmediği vurgulanıyor, bundan İslam alemi adına da onur kırıklığı hissedildiği anlaşılıyordu.
Osmanlı’nın aktif paşalarından biri olan Kazım Karabekir daha sonra kaleme aldığı 1. Dünya Savaşı Anıları adlı kitabında bu gemilerin Osmanlı’ya verilmemesini İtilaf Devletleri’nin Boğazlar hakkında bir plan hazırladıklarının göstergesi olduğunu yazdı. İngilizler gemileri tarafsızlık anlaşmasıyla teslim etmiş olsalardı Almanya ile ittifak yapmaya da, Almanların gemilerine de ihtiyaç duyulmayacaktı. Basına göre bu kararıyla İngiltere Osmanlı’yı adeta bilerek Üçlü İttifak’ın kucağına itmişti. Gazeteciler yükselen ateşi yansıtan yazılar yazarken Osmanlı Almanya ve Avusturya’ya ittifak isteğini iletti. Böylece Berlin ile Babıali arasında başlayan gizli görüşmelerden sonra, gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Rusya İttifak Devletleri’ne saldırırsa Osmanlı Almanya ve Avusturya’nın yanında savaşa katılacaktı. Ancak anlaşma İngiltere ve Fransa’yı kapsamıyor, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü korumuyordu. Öte yandan anlaşma öylesine gizliydi ki, İttihat Terakki’nin üç paşasından biri olan Cemal Paşa ve Şeyhülislam bile bundan daha sonra haberdar oldular.
Gizlilik demişken, Osmanlı Devleti’nin, izleri devlet geleneğinde bugün hala devam eden baskıcı karakterine ilişkin bir parantez açmak gerekir. 1. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Osmanlı Devleti’nin basına ve son nefesine kadar savaşmasını istediği halkına uyguladığı sansür ve baskı olağanüstü ağır olmuştur. Anlaşmalar çoğu zaman gizlilik içinde yürütülmüş, yenilgi ve bozgun haberleri halktan saklanmıştır. Örneğin 1915’te tehcir kararı vererek milyonlarca Ermeni’nin ölümüne yol açan, bu nedenle bugün hala tartışılan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üç paşasından biri olan Enver Paşa’nın, 19 Aralık 1914-10 Ocak 1915 arasında, ağır kış şartlarını dikkate almayarak ve kimi tarihçilere göre akıldışı bir başarı ihtirasıyla Anadolu’nun doğusuna savaşa götürdüğü yüz bin askerden sadece 12.500’ünün sağ kalması, 87.500’ünün savaştan değil, soğuktan donarak ölmesiyle sonuçlanan büyük felaket; başarısızlık haberlerini yazmak bir yana, konuşmanın bile büyük cesaret gerektirdiği sansür ortamı nedeniyle halktan kolaylıkla gizlenmiştir. Romancı Mithat Cemal Kuntay sözünü ettiğim romanında bu devlet sırrı anlayışını ironik bir cümleyle ortaya koyar:
“Harb-i Umumi’nin ilanı Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk saklanan devlet sırrıdır.”
Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükleyen olay yine iki gemiyle ilgiliydi. Almanya’nın Goben ve Breslau adlı iki gemisi Akdeniz’de İngiltere donanmasından kaçtıkları süsü verilerek Çanakkale Boğazı’na geldi. Osmanlı Devleti’nin tarafsızlık gereği gemilerden Osmanlı sularını terk etmesini istemesi ya da silahlarını alarak tecrit etmesi gerekiyordu. O sırada devlet yönetimde büyük söz sahibi olan Enver Paşa ikisini de yapmadı, gemileri kabul etti. İngiltere gemilerin geri gönderilmesini isteyince Osmanlı iki gemiyi de satın alarak Yavuz ve Midilli adlarını verdi, mürettebatının da Osmanlı hizmetinde olduğunu ilan etti. Ama İngiltere bu gemileri hala Alman gemileri olarak gördüğünü bildirdi. Böylece Enver Paşa’nın kişisel kararıyla savaşa giden yol açıldı.
Bu iki geminin Osmanlı donanmasına katılmasının halkta yarattığı sevinç ve coşku gazetelere hemen yansıdı. Zaten çok sürmeyeceği tahmin edilen tarafsızlık ısrarı bir kenara bırakılmış, yazılardan Osmanlı’nın savaşa gireceği hissi sızmaya başlamıştı. Ama savaş bir felaket olarak duyurulmuyor, ulusal onur öne çıkarılıyor, özellikle İngiltere’ye ve Fransa’ya duyulan kırgınlık ve teessüf açıkça ortaya konuyordu.
Gazeteler Osmanlı halkını 16 Ağustos’ta İstanbul’da olması beklenen bu iki gemiyi coşkuyla alkışlayarak karşılamaya davet etti. İkdam bu iki geminin satın alınmasını “Osmanlılar Müjde!” diye duyurdu. Tasvir-i Efkar Fransız basınının battığını iddia ettiği Goben’i “şehirler yakan, dehşet saçan” diye tasvir etti, geminin Osmanlıların malı olduğunu yazdı ve “Çanakkale Boğazı’ndan geçişleri o kadar uzun geldi ki, sanki birkaç sene sürdü!” diyerek yaşanan sevinci ortaya koydu. Sabah’ta yazan Diran Kelekyan hükümetin bu başarısının halk tarafından takdirle karşıladığını yazıyor, İngiltere’nin iki Osmanlı gemisine el koymasına ses çıkarmayan, ama Osmanlı’nın kendi savunması için iki Alman gemisini satın almasını hakaretlerle karşılayan Fransa’yı ağır bir dille eleştiriyordu. Osmanlı gemilerine el koymasının İngiliz devlet ve milleti için ebedi bir leke olduğunu, zaten İngiltere gibi yüz milyonlarca Müslümanı baskı altında tutan bir devletin hiçbir zaman Osmanlı’nın kuvvetli olmasını istemeyeceğini söyleyen Tercüman-ı Hakikatyazarı Ahmet Agayef üç yüz milyonluk Müslüman dünyasının Almanya’ya minnettar olduğunu yazdı.
Goben ve Breslau’nun Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığına gölge düşürmediği “Garip Tezatlar”, “Türkiye’nin tarafsızlığı” gibi başlıklarla vurgulandı. İngiltere’nin hareketi ağır biçimde eleştirilirken donanmaya iki gemi katılmasını sağlayan Almanya’ya yönelik muhabbet ve eğilim arttı. Tanin bu gemilerin satın alınmasının tarafsızlığı bozmasının söz konusu olmadığını, çünkü Osmanlı’nın kendi savunması için sipariş ettiği iki gemiye İngiltere’nin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde el koyduğunu yazıyor, tarafsız olduğunu ilan eden Yunanistan’ın Ege denizinde İngiltere’ye bir üs verdiğini hatırlatıyor ve çifte standart vurgusu yapıyordu. Tanin Fransa’yı da unutmadı. Osmanlı’nın iki Alman gemisini almasını çok ağır eleştiren Fransız gazetelerinin bu savaşın sonunda Alman istilasına uğrayacaklarını gördükleri için asabiyet içerisinde hareket ettiklerini yazdı. Tercüman-ı Hakikat’te Agayef Fransa’ya, Osmanlı gemilerine hangi uluslararası hukuk kuralları içinde el koyduklarını İngiltere’ye sormalarını tavsiye etti.
Sonuçta İngiltere ve Fransa’nın dostluğunun samimiyeti ve uluslararası hukuk tartışılmış, Almanya’ya minnet duyguları ortaya konmuştu. Kapitülasyonlar kaldırılıncaya kadar geçen süre içinde basında savaş haberleri tansiyonsuz bir biçimde yer aldı; günlük hayat, iç politika, adli vakalar ve bazen de şaşırtıcı olaylar gazete sayfalarını doldurdu. Kapitülasyonların kaldırılması gazetelere yine yüksek bir heyecan halinde yansıdı.
Osmanlı Devleti’nin çeşitli nedenlerle yabancı ülkelere verdiği ekonomik, adli, idari ayrıcalıklar olarak tanımlanan kapitülasyonların tarihi 1569 yılına gider. Başlangıçta karşılıklı ekonomik çıkar amacı taşıyan kapitülasyonlar Osmanlı’nın ağır borç yükü altında ezildiği gerileme döneminde neredeyse bir cendere halini almıştı. Demiryollarından posta idaresine kadar pek çok kurum yabancılar tarafından yönetiliyor, devletin zaten zayıf olan bütçesi kullanılamıyor, kamu hizmetleri aksıyor, bu durum İttihatçılar başta olmak üzere devlet yönetiminde yer alan herkesi rahatsız ediyordu.
1. Dünya Savaşı bu fırsatı verdi ve Osmanlı Devleti 10 Eylül 1914’te kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırdığını ilan etti. Basına yansıyan en coşkulu haberlerden biri de bu oldu. Basın bunu bir tür milli amaç olarak görüyor, herkesi bu coşkuya katılmaya davet ediyor, manşetlerde ve köşe yazılarında yine ulusal onur vurgusu göze çarpıyordu. Bütün gazeteler bu kararın Osmanlı vilayetlerinin tümünde sevinç gösterileriyle kutlandığını, İstanbul’da Sultan Ahmet meydanında büyük bir sevinç mitingi yapıldığını yazdılar.
İkdam büyük puntolarla “Milli Bayramımız” başlığını attı. İstanbul’daki sevinç gösterilerini “Şehrimizde tezahüratı milliye” başlığıyla duyurdu.Tanin’in başlığı “Beraat-ı Halas ve Necat” şeklindeydi ve her kelime bir kurtuluş müjdesi taşıyordu. Diran Kelekyan Sabah’ta “Bir ahdi cedid” başlığıyla bu müjdeyi anlatan bir yazı yazdı. Tasvir-i Efkar’da Yunus Nadi Osmanlı Devletinin bu kararla halk nezdindeki itibarının arttığını belirtti.
1 Ekim’de resmen kaldırılan kapitülasyonlardan yararlanan devletler Osmanlı’nın bu tek taraflı kararını şiddetle protesto ettiler. İlginç olan Osmanlı’nın aynı safta savaştığı ve muhabbet duygularıyla yaklaştığı Almanya’nın da bunu protesto etmesiydi. Savaşın gidişatı Avrupa devletlerini Osmanlı’nın bu tek taraflı kararını kabule zorladı. Savaşın sonunda Osmanlı’nın önüne koydukları Sevr Antlaşması kapitülasyonları geri getirmekle kalmayıp daha da genişletecek, ama Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Lozan Antlaşmasıyla Sevr’i geçersiz kılacaktı.
Savaş boyunca yazılan yazılara, atılan başlıklara genellikle aynı his egemendi: incinmişlik ve haksızlığa uğramışlık. Osmanlı gazetecileri kırılan onuru ortaya koyan ve başı dik tutmak isteyen yazılar yazdılar. Bu arzularını sadece Osmanlıyla sınırlamıyor, bütün bir Müslüman aleminin özgürleşmesini istediklerini ortaya koyuyorlar, İngiltere’nin yenilmesinin İslam dünyasının kurtuluşu anlamına geleceğini söylüyorlardı. Tercüman-ı Hakikat’te Agayef İngilizlerin asırlardır çeşitli entrikalarla dünyaya hükmettiklerini yazıyor, bu devrin kapanmak üzere olduğunu belirterek İngiltere’nin yenilmesini arzuladığını açıkça ortaya koyuyordu. Tasvir-i Efkar’da Yunus Nadi İngilizlerin yenilmesiyle Müslümanlar üstündeki baskının son bulacağını ümit ettiğini yazdı.
29 Ekim 1914’te Osmanlı Devleti fiilen savaşa girdi. Ama bu ve izleyen tarihlerde gazetelerde savaşa girildiğini açıkça ortaya koyan bir başlık görülmüyordu. “Önemli olay” diyerek Karadeniz’deki çarpışmalardan bahsediliyor, savaş “söylentiler dolaşıyor” şeklinde duyuruluyordu. Osmanlı Devleti’nin resmi açıklaması da “gereken cevabı verdik” şeklindeydi. Bunun açıkça savaşa girmek olduğu yazılmadı. Basın yıllardır olduğu gibi yine sansür ve baskı altındaydı, fiilen girilmiş olan savaşı bile “belki” diyerek haber verebiliyordu. Ancak 2 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş açtılar ve basında yazıların rengi birden değişti. Saldırılar Osmanlı toplumunda duyulmuş ve şehirlerde gösteriler yapılmaya başlamıştı.
İkdam “Silah Başına” ve “Gaza-yı Ekber” başlıklarıyla tüm Müslümanları savaşa çağırdı. Tanin Rus ve İngiliz saldırılarını işaret ederek “Savaşa girmek için başka bir şey lazım mı?” diye sordu. Tercüman-ı Hakikat halk gösterilerine atıfla hükümetin kararının milletin duygularına tercüman olduğunu yazdı.
Burada Sabah yazarı Diran Kelekyan’ı anmayı vicdani bir borç olarak görüyorum. Kelekyan Ermeni asıllı bir gazeteci ve aydındı. Savaşın başından itibaren onurlu bir Osmanlı gazetecisi olarak tutum almış, akılcı yazılar yazmıştı. 24 Nisan 1915’te Ermeni tehciri sırasında tutuklandı, Çankırı’ya sürüldü. Bu haksız sürgünün bitmesini beklerken 20 Ekim 1915’te öldürüldü. Osmanlı mebusu Krikor Zohrab’ın Ermenice yazdığı bir hikaye kitabını Osmanlıcaya çevirmiş ve yazdığı önsözü Türkleri ve Ermenileri kastederek “birbirimizi ne kadar iyi anlarsak, o nispette muhabbetimiz kuvvetli olur,” diyerek bitirmişti. Savaşa girildiğinde Dikran Kelekyan gururlu bir Osmanlı gazetecisi olarak yazılar yazıyor, Osmanlı Devleti’nin Müslüman aleminin “Cihad-ı Ekber”i olarak nitelediği savaşın karşı tarafları olan Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tutumlarını “husumetin aleni bir şekil alması,” olarak nitelendiriyordu. Bu onurlu gazeteci Ermeni tehcirinin en acı kurbanlarından biri oldu.
Dönemin Osmanlı Padişahı Mehmet Reşat savaş ilanını yayınladı. Böylece savaş açıkça halka duyurulmuş oldu. Mehmet Reşat sözlerine “(…) her daim haksız tecavüzlere uğrayan devlet ve memleketimizin hukuk ve mevcudiyetini fırsatçı düşmanlara karşı icabında müdafaa edebilmek için sizleri silah altına çağırmıştım,” diye başlıyor, Osmanlı devletine yapılan haksızlıkları anlatıyor, “300 milyon ehl-i İslam’ın hayat ve bekası sizlerin zaferine bağlıdır,” diyerek bunun Osmanlı’nın değil, bütün bir İslam dünyasının savaşı olduğunu vurguluyordu. Mehmet Reşat “asker evlatlarım” diyerek askere de seslendi. Avusturya ve Almanya’yı kastederek “dünyanın en cesur ve muhteşem iki ordusuyla silah arkadaşlığı ettiğinizi unutmayınız,” dedi ve sözlerini “Şehitleriniz şühedayı salifeye müjde-yi zafer götürsün. Sağ kalanlarınızın gazası mübarek, kılıcı keskin olsun,” diye bitirdi.
Osmanlı toplumunda 1914 yılının görünümü böyleydi. Ama Türkler için 1. Dünya Savaşı’na asıl anlam veren Çanakkale Savaşlarıdır. 3 Kasım 1914 – 9 Ocak 1916 arasında hem deniz hem karada yapılan bu savaşlarda İngiliz ve Fransız askerlerin yanı sıra Hintli, Kuzey Afrikalı hatta Yeni Zelandalı ve Avustralyalı paralı veya gönüllü askerler de savaştı. Bu dönemde Osmanlı basınında gönüllü muhabirler yer aldı, edebiyatçılar, aydınlar, hatta şairler ya savaştılar ya cepheden haberler taşıdılar. Haberler on gün hatta bazen yirmi gün gecikmeli olarak basında yer bulabiliyor, gönüllü muhabirlerin canlı şahitleri oldukları savaş haberlerinde nihayet haklı bir gurur ve başını dik tutan bir millet hissi alınıyordu.
Ama bu zaferlerin bedeli çok ağırdı. Artık cephelere gönderecek askeri kalmayan Osmanlının imdadına ülkenin aydınları yetişti, ulusal bir onur duygusuyla savaşa koştular. Çanakkale Savaşları’nda 200 binden fazla Osmanlı askeri öldü. Ölenlerin neredeyse yarısı öğretmenler, doktorlar, yöneticiler, aydınlardı. Osmanlı bu savaşlardan gururla ve zaferle ama büyük bir eğitimli kitlesini kaybetmiş olarak çıktı. Zaferlerin karşı tarafa da bedeli çok ağır oldu. Osmanlı ile savaşan taraflar da 200 binin üstünde kayıp verdiler.
Mustafa Kemal Atatürk’ü dünya çapında bir kahraman yapan Çanakkale Savaşları’ndan bugüne pek çok efsaneleşmiş söz kaldı. Bunlardan biri yüzyıllardır savaşan bir milletin sürekli kırılan onurunun sonunda kazandığı zaferle başını kaldırmasının ifadesi olan “Çanakkale Geçilmez” sözü, bir diğeri de Mustafa Kemal’in askerlerine “Ben size savaşmayı emretmiyorum, ben size ölmeyi emrediyorum,” demesidir. Savaştan sonra, Mustafa Kemal dünyanın öbür ucundan gelip Çanakkale’de ölen Anzaklar için “Onlar artık bizim evlatlarımızdır” demişti. Bugün hala Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde Yeni Zelanda ve Avustralya’dan gelen ziyaretçiler vaktiyle savaşılmış milletlerin değil, aynı savaş acısını paylaşmış milletlerin torunları olarak sevgiyle karşılanır.
Bütün maddi ve manevi kayıplara rağmen Çanakkale Savaşları’nın başarısı Kurtuluş Savaşı’nın moral ve ruhsal desteği oldu. Bu zaferler Türkleri yeni bir cumhuriyete taşıdı.
Savaş dönemi boyunca gazetelerde askeri uçaklarımızın başarılı harekatlarından gazilere verilen sağlık hizmetlerine kadar savaşa dair pek çok haber ve yorum yer aldı. Sık sık barışın yakın olduğu müjdeleniyor, kahraman asker hikayeleri anlatılıyordu. Ama gazete sayfalarını asıl dolduran yaşanmakta olan günlük hayata dair haberlerdi. Sinema, tiyatro, eğlence duyuruları, adi cinayetler, belediye hizmetlerindeki sorunlar, ekonomi tartışmaları, tarıma açılan hazine arazileri, savaş mağdurları için düzenlenen hayır geceleri, askerler hakkındaki film gösterileri, kolera, lekeli humma gibi bulaşıcı hastalıklara dair uyarılar zorlu, yorgun, çileli ama aynı zamanda canlı ve umutlu bir hayatın yaşandığını gösteriyordu.
Bütün bu haberlerin içinde en ilginç olanlar ülkenin yetişkin erkek nüfusunun neredeyse tamamı cephelerde olduğu için toplumsal hayata katılan kadınların hikayeleriydi. Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyyesi kuruldu, bir buçuk ayda 14 bin kadın çalışmak için cemiyete başvurdu. Kadınlar berber dükkanlarında, Hilal-i Ahmer atölyelerinde, park ve bahçe hizmetlerinde çalıştılar. Vaka gazetesi belediyenin kadınları temizlik işlerinde çalıştırmaya başladığını başı örtülü ama pantolonlu iki temizlikçi kadın fotoğrafıyla duyurdu. Tanin kadınlara hekimlik mesleğinin kapılarının açıldığını, kadın doktorların göreve başladığını yazdı. Savaş döneminin tek yararı evde oturan kadınları sokağa çıkarması ve toplumsal hayata dahil etmesi oldu.
1. Dünya Savaşı 11 Kasım 1918’de bitti, ama Türklerin savaşı bitmedi. Savaşın bitiminden iki gün sonra İngilizler, ardından Fransız ve İtalyanlar İstanbul’u işgal ettiler. Gazetelere “Kara Gün” başlığıyla yansıyan bu olayla birlikte Türkler için 1923’e kadar sürecek olan yeni bir savaş dönem başladı: Kurtuluş Savaşı dönemi.
Bizim için önemli olan Kurtuluş Savaşı tarihidir. Çünkü Çanakkale zaferleri hariç 1. Dünya Savaşı yerlerde sürünen ulusal onur ve çöküş nedeniyle kötü biten bir hikayeyken, Kurtuluş Savaşı umudun yeniden doğduğu, ulusal onurun kurtarıldığı bir “mutlu son” hikayesidir. Savaştan sonra kurulan cumhuriyetin niteliği ve ideolojisi bugün geçmişe göre çok daha yüksek bir hararetle tartışılıyor olsa da, Kurtuluş Savaşı sayesinde ölüsü üzerine pazarlıklar yapılan hasta adamdan yeni bir vücut doğdu. 1. Dünya Savaşı Osmanlı’nın sonu oldu, ama her son gibi yeni bir doğuşa hizmet etti.
* Bu yazı Die Horen dergisinin 1. Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü nedeniyle hazırladığı 254 sayılı “August 1914 – Autoren blicken auf die Staedte Europas” başlıklı sayısında,  Alman okurlar için Almanca olarak yayımlandı. 
ayfertunc.wordpress.com